Pazartesi, Aralık 10

Askerlik Arası

Merhabalar, son zamanlarda tüm dikkatimi Ankara Üniversitesi'nde düzenlenen ve birinci olduğumuz Dış Ticaret projemize vermemden mütevellit sizlerden bir süre uzak kalmıştım. Son günlerde ise askerlik heyecanı yaşamakta olduğumu sizlerle paylaşmak isterim. Dün belli olan sınıflandırmalara göre askerliğimi Kısa Dönem Jandarma Er olarak yapacağım. Acemi birliğim Kastamonu/Gölköy, usta birliğim ise Sivas İl Jandarma Komutanlığı oldu. 12.12.12'de Kastamonu'da olacağım ve Sivas'ın ardından yaz döneminde evimde olmayı ümit ediyorum. Sizlerden ayrı kalacağım bu 5-6 aylık sürecin acısını ileride bol bol çıkartırız. Sağlıcakla kalınız efendim...

Salı, Ekim 30

River Plate 2-2 Boca Juniors

Boca Juniors ve River Plate, 1 yıl 5 ay 13 günlük bir aranın ardından resmi bir maçta tekrar karşı karşıya geldi. Uzaklarda olmamdan mütevellit karşılaşma öncesi atmosferi tek şansım olan sosyal medya’dan takip edebildim. İki taraf için de heyecanlı bir bekleyiş söz konusuydu. Daha önceden Muy Boca, Planeta Boca Juniors, Muy River, River Sos Mi Vida gibi kaynaklarda, iki ayrı kutupta yoğunlaşan taraflarlar, Superclasico için ilk defa aynı safta (bkz. Superclásico Argentino) yer almışlardı. Çünkü özlemişlerdi 104 yıllık geçmişi olan ezeli rekabetlerini.  
Geçen bir buçuk yılı kabaca analiz etmek gerekirse, River Plate küme düştükten sonra kadroyu değiştirmek zorunda kalmış, genç oyunculardan oluşan bir kadroyu Ponzio ve Trezeguet gibi tecrübeli isimlere emanet etmişti. Boca Juniors ise, aktif futbol yaşantısına veda eden Martin Palermo ve Riquelme, şampiyon olan 2011 Apertura kadrosundan kaybettiği Insaurralde, Roncaglia gibi isimlerin ardından kadroda daha genç isimlere yer vermiş, benzer bir şekilde bu genç isimleri daha tecrübeli olan Viatri, Battaglia, Erviti, Schiavi, Somoza ve Velez’den de takip ettiğim Santiago Silva gibi isimlere emanet etmişti.

Boca Juniors’ın teknik patronu, 2009’da Banfield’ı Apertura şampiyonu yapan Julio Cesar Falcioni; 2011’de aynı başarıyı Boca’da yaşamış, 2011-12 Arjantin Kupası’nı da La Bombonera’da bulunan müzeye getirmişti. River Plate kenar yönetimi ise kendi çocukları Matias Almeyda’ya aitti.
Son Superclasico, 15 Mayıs 2011'de oynanırken Boca, evi La Bombonera'da River'ı 2-0 mağlup etmiş, rakibinin o sezon küme düşmesine katkıda bulunmuştu. Hatırlanacağı üzere ikinci golün sahibi "Kaptan" Martin Palermo yaklaşık bir ay sonra sahalara veda etmişti. Bugün River'ın teknik direktörü olan Almeyda ise o maçta sahadaydı ve son dakikada kırmızı kart görerek oyundan atılmıştı. Şunu da küçük bir anekdot olarak eklemek isterim ki, bir buçuk yıl önce oynanan karşılaşma, aralarında oynanan son resmi maç olmasına karşın, 25 ve 29 Ocak 2012 tarihlerinde iki taraf dostluk maçlarında bir araya gelmişti ve her iki maçta da gülen taraf Boca olmuştu.
Gelelim aralarında oynanan 198. yani en son karşılaşmaya; 2006 Boca Ev Sahibi klasik forma, Arjantin’den binbir emekle getirttiğim "Somos La Mitad Mas Uno… Somos El Pueblo y El Carnaval" atkı, son olarak da REY DE COPAS yazılı Boca bayrağı ile maça hazırdım. Karşılaşma TSİ 20:30'da başlayacak, daha önemli (!) televizyonculuk olaylarının yaşandığı hiçbir Türk kanalı tarafından da naklen yayınlanmayacaktı. İnternet, değerli sözbilimci Ali Püsküllüoğlu’nun önerdiği üzere “bilgisunar”ın nimetlerinden yararlanarak izlediğimi de saklayacak değilim. Uzun süren bir aranın ardından Superclasico benim için de ayrı bir keyifti, ancak daha oturduğumuz koltuk ısınmadan 2. dakikada River’ın şok golü ile sarsıldık, 38 metre uzaktaki duran topun ismini, fileleri sarsan top olarak değiştiren isim Ponzio’ydu. Riverlılar 16 Kasım 2010’da evlerinde 1-0 kazandıkları Superclasico’nun ardından tam iki yıl geçmesine üç hafta kala gelen ilk golün coşkusunu yaşıyor, Boca’ya gol atmanın nasıl bir duygu olduğunu, yaşadıkları yıpratıcı sürecin ardından daha derinden hissediyorlar, fütursuzca seviniyorlardı. İlk yarıda oyun ortada gibi gözükse de River topa daha hakim olan taraftı, ikinci yarıda ise ibre Boca Juniors’a dönmüştü. Superclasico’nun ağırlığını tekrar hatırlayan Boca, puan tablosunda üç puan önünde bulunduğu ezeli rakibinin üzerine daha istekli gidiyordu, ancak 70.dakikada Rodrigo Mora’nın attığı gol benimle birlikte Boca’ya gönül veren herkesi kısa süreli bir sessizliğe boğmuştu. Sahadan tribüne Riverlıların yüz ifadeleri maçın bittiğini söylüyordu, fakat Boca için aynı durum söz konusu değildi! Boca, atacağı bir golün her şeyi değiştirebileceğini bilircesine ilerideydi, öyle de olmak zorundaydı Falcioni’nin maçı saha dışından takip ettiğini bildiğimiz üzere. Saatler River’ın gol sevincinin 6 dakika sürdüğünü söylüyordu ki Santi Silva’nın penaltıdan attığı ve farkı bire düşüren gol, birkaç dakika önce karnaval havası yaşayan El Monumental tribünlerine temkinli bir yüz ifadesi takındırmıştı. Geriye çekilen River Plate zaman zaman kontralarla ileri çıkabilse de, kapanmaları pahalıya mal olacaktı. Şunu da saklamadan söyleyeceğim ki, Boca maçlarını tezahürat dinleyerek, onlar gibi hissetmeye çalışarak izlerim. Son dakika durumu 2-2’ye getiren gol için nasıl bağırdığımı ben hatırlamıyorum ama rakip tribünde bulunanlardan farksızdım. Bir 10 dakika daha olsaydı…
Evet, iki düşman birbirini özlemiş ve bunu 2’şer gol ile süslemişti. 2005 yılından beri gönül verdiğim ve fırsat buldukça izlediğim Boca maçlarının arasında en gollü Superclasico olmuştu 28.10.2012’deki Superclasico. Bir sonraki heyecan Nisan 2013’te ve ben o tarihlerde askerde olacağım. Muhtemelen son otuz-kırk günümü falan sayıyor olurum. Yıllardır her Boca maçında söylediğim gibi: Umarım bir gün La Bombonera’daki depreme katkıda bulunanlardan olurum. Bu bağlamda Mybilet’in artık uluslararası müsabaka biletlerini de satmaya başladığını ve en ucuz biletin 201 Euro, Buenos Aires’e alınacak uçak bileti’nin ise 3000-4000TL (dönmemek üzere) arasında değişen bir miktar tuttuğunu belirtmek isterim. Benimkisi ışıması zor, ama “bir gün” umuduyla yaşatan bir ışık. O güne kadar forma, atkı, bayrak üçlüsüyle idare edeceğiz. 

Pazartesi, Ekim 29

Cumhuriyet Bayramımız Kutlu Olsun

89 YIL ÖNCE BU SAATLERDE İNSANLAR YASTIĞA BAŞLARINI KOYDUKLARI ANDA SABAH DOĞACAK GÜNEŞİN HİÇ BATMAYACAĞINDAN HABERSİZDİLER! EN BÜYÜK BAYRAMIN KUTLU OLSUN TÜRKİYEM!

Perşembe, Ekim 18

Alex De Souza

Tarih 18 Ekim 2012, saat TSİ 01:30, yer Curutiba, Brezilya... Coritiba taraftarları bu sezon bir iyi bir kötü giden takımlarının son birkaç maçtaki performansından memnun olarak stadları Major Antonio Couto Pereira'daki yerlerini almış, maçın başlangıç düdüğüyle birlikte takımlarını destekliyorlar. O da ne! Maçın henüz 1.dakikasında rakip takımdan Alemao topu kendi ağlarına gönderiyor ve Coritibalılar henüz ilk dakikada gelen golün sevincini yaşıyorlar devre arasında gelecek olan mucizeden habersiz. Dakikalar 37'yi gösterdiğinde ise eski Fenerbahçeli Deivid farkı 2'ye çıkartıyor. Hakem maçın ilk yarısının bittiğine dair düdüğünü çaldığı sırada taraftarlar ikinci yarının daha rahat geçeceğine dair birbirlerini rahatlatan konuşmalar yapıyorlar. Tam o sırada stadtaki ekranda tanıdık bir yüz beliriyor. Herkes ne olduğunun farkına varmaya çalışırken, ekrandaki tanıdık yüzün elindeki Coritiba forması, şoku atlatıp olayın farkına varanların sayısı da arttıkça yeşil beyazlılara belki şampiyon olsalar bile yaşamayacakları bir sevinç yaşatıyor.
"1997 yılında ayrılırken döneceğime dair kimseye söz vermemiştim. Ama bir gün buraya geri döneceğimi ve bu harika formayı yeniden giyeceğimi kendi kendime söz vermiştim. Bu anı hep hayal etmiştim."
 Alex de Souza
İşte Coritiba'dan 20 yaşındayken kopan ve 35 yaşında geri dönen bir efsane'den bahsedeceğim; ülkesini unutacak kadar uzakta yeni bir hayat bulan Alex'ten bahsedeceğim bugün...
Bir gün bu yazıyı yazacağımı bilsem de o günün hep uzakta olduğunu düşünür, bir ölüm haberi gibi hiç düşünmek istemezdim. Vakit varken, Fenerbahçe'nin Alex macerasına başından başlayalım isterseniz, Türkiye toprakları dışında oynanan futbolla pek ilgisi olmayanlar Alex ismine eski bir Galatasaray yöneticisi ve gazeteci yazar Fatih Altaylı'nın 14 Ocak 2004 tarihli köşesinde rastlamıştı. Kısaca hatırlamak gerekirse, "Alex, Fenerbahçe'ye gelmez, gelemez. Keşke gelse de izlesek, insanları kandırmayın." demişti yazısında Altaylı. Tarihler 20 Haziran 2004'ü gösterdiğinde eski yöneticimiz Hakan Bilal Kutlualp'in de büyük çabalarıyla gelmez denen Alex Fenerbahçe'ye gelmişti ve izledik... 

Daha oynadığı ilk sezonda asist kralı oldu Alex de Souza. 14 Aralık 2004 tarihinde İstanbulspor'a attığı golden, 20 Eylül 2012 tarihinde çubuklu ile attığı son resmi gol olan Marsilya maçındaki golüne kadar rakip fileleri tam 171 kere havalandırdı ve 133 asist yaptı. Bunun yanında lig tarihi'nin en çok gol atan yabancı, en çok gol atan orta saha oyuncusu, bir sezonda hem gol kralı hem asist kralı olan ilk oyuncu, iki ayrı sezonda gol kralı olan ilk yabancı futbolcu, Türk takımlarının Avrupa Kupası maçlarında en çok forma giyen ve gol atan futbolcusu gibi ilklerin ve rekorların yanı sıra Fenerbahçe tarihinde de 5 gol ile kaçırdığı 'Süper Lig'teki en golcü Fenerbahçeli' (Aykut Kocaman) hariç bütün rekorları alt üst etti. Alex'in ilklerini ve rekorlarını spikerlerden yada maç sonrasında okuduğumuz yazılardan tesadüfen öğreniyorduk. 

Ama bu değildi Alex!
Alex rakamlardan fazlasıydı. Alex, kaptanımız değildi! Alex, ilk 11 sayılırken kaslarımızın gevşemesiydi, Alex taraftarın sahadaki nefesi, aynasıydı. Maçın gidişatı Alex'in yüzünden okunurdu. Alex, sahalarda ender görülen bir goldü. Alex, koşarak gittiği kendi tribünüydü, tek başına engelleri aşarak çıktığı deplasman tribünüydü.
Alex şampiyonluk sevinciydi, Alex son hafta kaçan şampiyonluktu...
Alex'in özeli hepimizin özeli olmuştu; kimi zaman saçını uzattı, taraftarların baskısı eşinin baskını kırdı, kimi zaman çocuklarının tebessümü hepimizin tebessümü oldu. İplerin kopma safhasına geldiği anlarda eşi ikna etti Alex'i. Maçlarda gözlerimiz locadaydı; Yenge de Souza bir teknik direktör'den daha çok ayakta duruyor, eşinden daha çok efor sarfediyordu. Daiane, tribündeki Alex'ti...
Brezilya'lı arkadaşlarım oldu, Türkiye'nin haritadaki yerini benim öğrettiğim ama benim unuttuğum Alex'in geçen sezon Fenerbahçe'de attığı gol sayısını bana söyleyen. (Imperio Alviverde üyesiydi)

Fenerbahçe'nin belki de en büyük ismi olarak nitelendirdiği ve buluşmak istediği Lefter ile buluşması vardı ki bizi tarifsiz bir mutluluğa sürükleyen. Geçmiş ile gelecek neslin buluşmasıydı, bir başkasının yapmadığı...
Taraflı tarafsız herkesin örnek gösterdiği tam bir beyefendiydi Alex. Alçakgönüllüğü, centilmenliği, sempatikliği ile tanırdı herkes o'nu. Belki de Lefter'i Metin OktayBaba Hakkı'yı Can Bartu'yu anlatıyordu bize...
1 Ekim 2012 günü arkadaşımla birlikte tatildeydim, kavurucu sıcak güneşin batışa geçmesiyle etkisini yitirmiş, hava biraz daha nefes alınacak hale gelmişti. Sokakta yürürken bir esnafın eski televizyonundan çıkan tiz ses ile irkildim. Alex'in sözleşmesinin feshedildiğine dair bir haberi okuyordu spiker, o gün güneş çok hızlı batmıştı benim için, kendi karanlığıma çekilmiştim aniden, bir futbolcunun gidişi bir insanı nasıl bu kadar etkileyebilirdi. Alex 9. sezonunda Fenerbahçe'den ayrılmıştı! Neredeyse oynadığı her maçta kendime sorduğum "bir de Alex olmasa" sorusunu artık sormayacaktım. Keza "o pası nasıl bir futbol zekası ile oraya atıyorsun" sorusunu. Korkuyordum...
Ayak sesleri gelmiyor değildi Alex'in vedasının kabulümdür. Ancak, inanın ki böyle birden olması ve haksızca olması kabul edilebilir gibi değildi benim için. 1 Ekim gününden bugüne kadar  sabırla bu yazı için bekledim. Bu gece gerçekleşen resmi transferden sonra da duygularımı sizlerle paylaşmak istedim. Alex-Aykut-Aziz tartışmasına hiç girmeden Alex'in daha farklı ayrılması gerektiğine inanıyordum. İki sene daha jübilesi beklenmeliydi, en azından gönderilecekse, varsa (ki vardı) bazı anlaşmazlıklar sezon başında bir veda organizasyonu düzenlenmeliydi uzatılıp iş çirkinleşmeden. Alex'in gönderilme sebebi her ne olursa olsun, olmadı böyle, yakışmadı. Fenerbahçe yönetimi -teknik, üst- kişisel egoların tatmin edildiği bir yer olmamalıydı. Geçtiğimiz ay taraftarın kendi emeğiyle diktiği heykel de olmasa...
Son olarak, bugün aldığım transfer haberi yaşadığım derin üzüntümün ardından bir nebze olsun mutlu etti beni, bize yaşattığın ve yaşatamadığın sevinçler için, oynadığın 344 maçın yaklaşık 300'ünü izlemiş bir insan olarak, bana çocuklarıma anlatacak şeyler verdiğin için teşekkür ederim ALEX... Benim için Fenerbahçe'ye gelen hiç kimse BİR ALEX OLMAYACAK...

Cumartesi, Eylül 15

PG Wear Röportajı

Polonya menşeili PG Wear'dan sipariş ettiğim "Liberta' Per Gli Ultras" t-shirt'ü 6 gün içinde elime ulaşmış ve beni anlam veremediğim bir mutlulukla yüz göz etmişti. Ederi 12.79  , kargosu da Polish Post Office-PTT ortaklığında 7.99 'ya denk geldi. Astarıyla yüzüyle 45 TL gibi bir masrafı oldu özetlemek gerekirse. Üzerimde taşımak istediğim bir sloganı, kaliteli bir kumaş ve dayanıklı bir baskı ile taşımak için göze alınabilecek bir masraf. Fikri yönden beni temsil eden bu tarz şeyler hoşuma gidiyor; Evet, tshirt'ü üstüme geçirdiğim zaman sokaktaki insan ne düşündüğümü bilmeli derim hep. Kimseyi yaşadığı çevreden dolayı suçlayacak değilim, ama her insanın bir gayesi olmalı, peşinden gidip haklı bir mücadele verdiği...
PG Wear, 2006 yılından bu yana Ultras için en iyisi! felsefesiyle, Avrupa başta olmak üzere meşin yuvarlağın peşinden koşulan her yerde Ultras kültürünü yaşıyor, yaşatıyor. Ultras ideolojisini yansıtan baskılı t-shirt'lerden farklı renklerdeki kar maskelerine, kimlik koruyan kapişonlulardan amatör futbolun sembolü dikişli toplara kadar geniş ürün yelpazesi bulunan PG Wear kadınları da unutmamış.

Sitelerinde yazanların haricinde cevaplarını merak ettiğim bir kaç soru vardı aklımda ve sorularımın cevabı şirketin kurucusu Piotr'dan gelecekti. Yaptığım görüşmenin çevirisini noktasına virgülüne dokunmadan aktarıyorum. Keyifle okuyacağınızı düşündüğüm, Ultras kültürü ve Ultras giyim sektörü ile ilgili merak ettiğiniz bir kaç soruya da olsa cevap verebildiyse ne mutlu o'na, köprü olabildiysek de bize...
-PG Wear fikri nasıl ortaya çıktı?
-Piotr: PG Wear fikri yabancı bir arkadaşımın kendileri için ürün yapıp yapamayacağımı sormasıyla başladı. İstedikleri ürünleri organize ettim ve ürünlerden gerçek anlamda tatmin oldular. Bunun üzerine bir şirket kurmayı düşünmeye başladım. İlk olarak teşeronlarla çalışmaya başladık. Ardından ürünleri kendi şehirimizde üretmeye başladık. Biz iyi ürünler yapmayı denediğimizden beri, Ultras kimliği için de iyi ürünler çıkarmayı göz önünde bulundurduk. Kolay değildi, çünkü her yerde sadece kötü kaliteli Çin malları vardı. Bence Ultras en iyi ürünleri hak ediyor.

-Geldiğiniz noktayı başarı olarak nitelendiriyor musunuz?
-Piotr: Hiç bir zaman başarıyı yada tersini düşünmedim. Sadece ne yapabileceğime ve zevk almaya baktım. Bence bu yeterli.

-Dünya'daki tüm Ultras kültürünü temsil ettiğinizi düşünüyor musunuz?
-Piotr: Onları temsil etmeyi düşünmem ama dünya'nın her bir yanından Ultras bağlantılarım var. Onların  düşünce tarzlarını, problemlerini v.s biliyorum. Bu da benim işimin avantajı.

-Ultras senin için neyi ifade ediyor?
-Piotr: Ultras benim için bir yaşam tarzı, çok fazla probleme sahip bir alt kültürdür. Polis ve hükümetler bizimle kavga ediyorlar. Ancak çok sağlam bir alt kültürümüz var ve bu güç, önümüze çıkan bütün engellerle savaşmaya yeterli.

-PG Wear'ın "kendin dizayn et" olayı bence çok yaratıcı. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz? 
-Piotr: Biz Ultras grupları için kıyafet yapıyoruz. Her grup bize kendi kıyafet tasarımlarını, fikirlerini gönderebiliyor ve biz de bunları en iyi malzeme ile üretiyoruz. Biz onlara gurur duyacakları şeyleri giyme imkanı veriyoruz. Eğer onlar kulüplerini yada gruplarını temsil etmelilerse en iyisi ile etmeliler, düşük kaliteli zırvalarla değil. Şundan emin olabilirler ki, giydikleri renkler olması gerektiği gibi olacak ve kıyafetleri yıkandıktan sonra da aynı kalacak. 

-Farklı ülkelerde temsilcilikler açmayı düşünüyor musunuz? 
-Piotr: Rusya, Almanya, Hollanda, Slovakya ve Hırvatistan'da işbirliği içinde olduğumuz bir kaç mağaza var. İşbirlikçilerimiz iyi ve güvenilir elemanlar, PG Wear ürünlerini satıyorlar. Mevcut işbirliklerimizin yanında diğer ülkelerden de işbirlikçilerimiz olsun isteriz. Umarım ki yakın zamanda PG Wear diğer ülkelerde de tanınır. 

-Size yolladığınız ürünlerin yanına broşür yada tanıtım kitapçığı tarzında bir şey koymanızı tavsiye edeceğim.
-Piotr: Söylediğinize benzer bir çalışmamız bulunuyor. Tavsiyeniz için teşekkür ederim.

-Teşekkürler 

Cuma, Ağustos 10

Spartak Moskova'nın Diğer Yüzü

Fenerbahçe'nin Şampiyonlar Ligi Play-Off turunda karşılaşacağı Spartak Moskova, adını Antik Roma İmparatorluğu'na karşı kölelerin isyan ve direnişini simgeleyen Trakyalı önder Spartacus'ten alır. Özellikle Sovyetler Birliği döneminde bu kimliğine daha çok sahip çıkan ve işçilerin -sendika- takımı olan Spartak Moskova'nın sola yakın olan kimliği, günümüzde kulübün milyarder başkanı Leonid Fedun'un cüzdanı ile tezat oluşturmaktadır. Kulüp ile yakından ilgilenen Fedun, Lukoil hisselerinin %9'una,  IFD Kapital'in de yarı hissesine sahiptir. Günümüz endüstriyel zırvasında kulüp finansal yönden Fedun sayesinde ayakta duruyor. Ancak finansal gücün kulübe başarı adına bir şey getirdiğini söylemek pek de mümkün değil. Taraftarlar 2001 yılından bu yana şampiyonluk hasreti çekiyor. 
Şimdi biraz geriye giderek kulübün yakın tarihi ile ilgili bir kaç kelam edelim. 26 Aralık 1991 yılında Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından 1992 yılında kurulan Rusya Premier Ligi'ni domine eden Spartak Moskova, 10 sezonda 9 şampiyonluk sevinci yaşayarak büyük bir başarıya imza atmıştı. Bu başarıdaki en büyük pay bir efsaneye aitti. O efsane, 1993-2002 yıllarında Spartak'ta hem antrenörlük hem de başkanlık görevi yapan, aynı zamanda kulüpte 1976-83 yılları arasında top koşturmuş olan Oleg Romantsev'di. Bir tarafta Spartak soyunma odasının kokusu yüreğine işlemiş ve Spartak'ı dönem Rusya'sının en güçlüsü yapan Romantsev, diğer tarafta ise mafyanın karanlık yüzü Andriy Chervichenko (2003-04) ve 2005 yılından günümüze kulübün başkanı olan Leonid Fedun; Bir tarafta şampiyonluklar diğer tarafta ise şampiyonluğa hasret yıllar...
Spartak Moskova'yı Rusya'nın en iyisi yapan bir diğer önemli faktör ise kuşkusuz Sovyetler Birliği dönemindeki Dinamo Kiev-Spartak Moskova çekişmesiydi. Rakip, hem Avrupa'da hem de Sovyet liginde bilim adamları tarafından maçlara hazırlandığı efsaneleri anlatılan dönemin Dinamo Kiev'iydi. İki kulübün çekişmesinde bir adım önde olan taraf ise Dinamo Kiev oldu. Buna rağmen, aralarında oynadıkları 130 maçta Spartak Moskova'nın skor üstünlüğü bulunuyor. Ancak, başarı anlamında ikinci planda kalan Spartak, Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla birlikte kendisini Rusya'nın en güçlü takımı koltuğunda bulacaktı. 
O güne kadar 117 kez karşılaşan ezeli ekipler, lig lağvolduktan sonra sadece 4 kez resmi olarak (Şampiyonlar Ligi) karşı karşıya gelebildi. Son karşılaşmaları ise 12 Şubat 2012 tarihinde gerçekleşen bir hazırlık maçı oldu. Dinamo Kiev'in yanı sıra Dinamo Moskova da Spartak'ın ezeli rakipleri arasında yer almaktadır. Spartak'ın Sovyetler zamanından gelen taraftar kültürü günümüzde de devam etmektedir.
Rekabet demişken; Spartaklılar'ın CSKA, Dinamo ve Lokomotiv Moskovalılar ile yakınlaştıkları tek an, votka şişesi ve yumruk haricinde herhangi bir zavazingo kullanmanın terso düştüğü, eşit sayı ile katıldıkları kavga anlarıdır. Moskova'da Spartak'ın her türlü derbi kombinasyonu küçük çaplı, eşitlikçi bir savaşı da beraberinde getirir. St.Petersburg'ta da durum farklı değildir.
Rakibimiz hakkında her yerde yazılıp çizilen teknik taktik konuların dışında kalarak söyleyeceklerim bu kadardı, biraz da çubuklu konuşsun diyelim. 
Фенербахче - Спартак

Pazar, Temmuz 22

Maç Günü: Eskişehirspor - St.Johnstone

TD
Eskişehir'in Avrupai bir şehir olduğu söylenir hep. Bunda en büyük etkenin Yılmaz Büyükerşen'e ait olduğu da taraflı tarafsız herkes tarafından kabul görmektedir. Büyükerşen'in güzel sanatlara, şehirciliğe, eğitime olan yaklaşımları şehirde farklı bir kültür yaratarak, medeni bir toplum modelinin örneklerini veriyor bize. Bu açıdan çok hoşuma gider Eskişehir kenti. Odunpazarı evleri, Porsuk çevresi, Barlar sokağı -Ankara'da göremeyeceğiniz Happy Hours fırsatları-, Sazovası, Çiğ Böreği... Ve takımını bu kadar sahiplenen şehir insanına yakışmayan bir stadı...  
19.07.2012 sabahı Ankara'dan tren ile çıktık yola, 1,5 saat sonra indik Eskişehir garına. İlk durağımız Eskişehirspor Store oldu, St. Johnstone maçına özel hatıra atkımızı aldık, alırken şehirdeki ilk deplasman yolcularına da mağazada rastladık altlarına giydikleri yerel kıyafetleri olan kiltleriyle. Sokaklarda formaları ve biradan kızarmış suratlarıyla güzel bir dünyadan deplasmanın tadını çıkartıyorlardı. İçip bira perisi ile özlem giderdiğimiz mekanlarda genci de vardı yaşlısı da. Yıllar sonra bir Avrupa maçı oynayacak olmanın keyfini yaşıyorlardı. Eskişehir halkı da 1975-76 sezonundan bu yana çektiği Avrupa özlemini kimi zaman İskoç misafirlerine tebessüm ederek, kimi zaman onlarla kolkola, kimi zaman karşılıklı tezahüratlar yaparak gideriyorlardı. İki taraf da bu günü bekliyordu, mutluydular... 
Kısacası gün boyu futbol keyfi yaşadım sayelerinde, Fenerbahçeli olmam kimseyi rahatsız etmedi, sokaklarda futbol kültürünü yaşıyorduk çünkü. 
Erken saatte son Ankara seferini yapan dönüş treni ve bir gün sonra beni bekleyen mesaim nedeniyle karşılaşmayı izleyemedim maalesef. Koymadı değil! Ama bu güzel gün için Eskişehir halkına ve St.Johnstonelulara teşekkürü bir borç bilirim.
Peki ya Kimdir St.Johnstone?
İskoç krallarının tac giyme törenlerinin yapıldığı Perth şehrinin takımı olan St. Johnstone, 1884 yılında kuruldu. Adını ise Perth şehrinin Orta Çağdaki isminden aldı. Maçlarını 10,456 kişilik McDiarmid Park Stadında oynuyorlar. An itibariyle İskoçya Premier Liginde bulunan 12 takım arasından şampiyonluk sevinci yaşayamayan 4 takımdan birisi konumundalar. 
Oynayan bir Fransız bir de Hollandalı hariç bütün takım Britanya sınırları içerisinden.  Tarihlerinde bir futbolcu transferi için ödedikleri rekor ücret 1998 yılında Blackburn Rovers'tan aldıkları, Callum Davidson için harcanan £1.750.000.
19 Temmuz tarihinde oynanan Avrupa Ligi 2.tur ilk maçında Eskişehir deplasmanından 2-0'lık yenilgiyle ayrılarak, tarihlerinde 3. kez boy gösterdikleri Avrupa arenasına pek de iyi sayılmayacak bir başlangıç yaptılar. 

St.Johnstone, İskoçya Premier liginde evinde en farklı mağlubiyete uğrayan (7-0) takım olabilir. Aynı zamanda bir sezonda en az gol atan (24) takım da, ama o günden sonra Eskişehirlilerin ve benim kalbimde ayrı bir yerleri olacak.

Cumartesi, Temmuz 21

Küçük Şeytanlar

Bir çok kişi Fenerbahçe'nin Cihat Arman'ın sarı kaleci kazağından aldığı Sarı Kanaryalar lakabı ile ilgili az çok fikir sahibidir. Ancak efsaneleşen 1952-53 sezonu kadrosunun Küçük Şeytanlar olarak anıldığını çoğu insan bilmez. 
Fenerbahçe, 1951-52 sezonu sonunda 4 önemli ismini (Selahattin, Erol, Samim, Hilmi) Adaletspor'a kaptırmış, Lefter'i Floransa'ya yolcu etmiş, bunun üzerine futbola veda futbolcular (Cihat, Halit, Murat, Ahmet) da eklenince 1952-53 sezonu öncesinde sıkıntılı bir döneme girmişti. Fenerbahçe'nin tek çaresi vardı ve gençlere güvenmek zorundaydı. İşte bu gençler, o sezon İstanbul Ligi'nde çıktığı 18 maçta 4 beraberlik alarak sezonu 2.Beşiktaş'ın 3 ve 3. Galatasaray'ın 9 puan önünde namağlup tamamlayıp, attığı 44 gole karşılık kalesinde sadece 9 gol görerek önemli bir başarıya imza attı. Onlar Küçük Şeytanlardı...

Dolayısıyla doğru cevap Siyah Çoraplılar olacaktı. Sizlere aslında yanıltıcı bir şık olan, ama belki de daha önce hiç duymadığınız 'Küçük Şeytanlar' efsanesini aktarmak istedim. Oy kullanan herkese teşekkür ederim. 

Cuma, Haziran 15

Bego Ahmet

Ahmet Erol, nam-ı diğer "Bego Ahmet" 1921 yılında Denizli'de doğdu, 1945-daha öncesi bilinmez- yılında başlayan Fenerbahçe aşkı, kaldığı huzur evinde hayata gözlerini yummasının ardından sonsuzlukta yankılanmaya başladı.
Futbola doğduğu şehirde başlayan Ahmet Erol'un yıldızı Gençlerbirliği'nde parlamış, askerliği sırasında Harp Okulu forması giymiş ardından Fenerbahçe formasını 11 yıl boyunca gururla taşımıştır. Fenerbahçe formasıyla çıktığı 184 maçta 40 gol atarak Fenerbahçe'nin bugünkü golcü defans geleneğini de başlatan isim olmuştur. 
Faruk Ilgaz'ın kaleminden çıkan ibareye göre sakat olan dizine otomobil iç lastiğinden kestiği bir parçayı bağlayarak maçlara çıkar ve sakatlığını tıbbi olanaksızlıklar ve Fenerbahçe'de oynama isteği yüzünden saklarmış.  

Bego, sadece yeşil sahalarda top koşturarak değil teknik ekipte yer alarak da Fenerbahçe'ye katkıda bulunmuştur. 1967 yılındaki şampiyonlukta Macar Molnar'ın yardımcılığını yapmış ve o sene Fenerbahçe, 5 kupayı birden müzesine götürmüştü. 

Fenerbahçe yönetiminde de görev alan Ahmet Erol, 103 gollü efsane 1988-89 sezonunda Fenerbahçe'deki aktif görevini sonlandırdığı gün, hiç evlenmemiş ve İstanbul'da Fenerbahçesinden başka hiç kimsesi yoktu. Lakin, Ahmet Erol bugün 25 milyon Fenerbahçe aşığının omuzlarında yükseliyor, huzur içinde Lefter'in yanına gidiyor. Huzur içinde yat Bego...

Perşembe, Mayıs 31

31 Mayıs 1942

Türkiye'nin 2. Dünya Savaşı'nda tarafsız kalması hem Müttefikler'i (Birleşik Krallık, Fransa, A.B.D v.s), hem de Mihverler'i (Nazi Almanyası, İtalya, Japonya v.s) harekete geçirmiştir. İki taraf da Türkiye'yi kendi tarafına çekmek için çeşitli aksiyonlara girmiş, bu aksiyonlardan birisi de futbol sahaları olmuştur. Türkiye'ye propaganda takımı gönderen ilk taraf İngilizler'dir. İngilizler'in amacı sözde Türk-İngiliz kardeşliğini desteklemek ve bununla birlikte 1923'te General Harrington'ın hem cephede hem de sahada yediği bozgunu unutturmak iken; Almanların amacı, işgal sırasında sıkıntı yaratmasını istemediği Türkleri kendi tarafına çekebilmektir. İşte bu amaçla İstanbul'a gelen 2. taraf Naziler'in propoganda takımı Admira olmuştur. Tarihler 31 Mayıs 1942'yi gösterdiğinde Nazi işgali altındaki Avusturya'nın yine Naziler tarafından takviye edilmiş, yenilgisiz armada Admira takımı İstanbul'daki ilk mücadelesinde Fenerbahçe'ye karşı mücadele etmiş ve Fenerbahçe, mücadeleyi Taka Naci ve Halit Deringör'ün golleriyle 2-1 önde kapatmıştır. Admira, Fenerbahçe mağlubiyetinin ardından Galatasaray'ı 3-0, Beşiktaş'ı ise 3-2 ve 5-2'lik skorlarla geçmiştir. Kurtuluş mücadelesi yıllarında, işgalci güçlerle 50 defa oynayan ve bu maçların 41'ini kazarak Türk milletinin ve askerinin direniş simgesi olan Fenerbahçe, 2. Dünya Savaşı'nda da Türkiye'nin teslimiyetçi bir tavır almayacağının yansıması olmuştur. Fenerbahçe böylelikle, Mustafa Kemal Atatürk'ün "Fenerbahçe'ye ebedi muvaffakiyetler dilerim." sözünden edindiği vasiyetinin de ölmez nigahbanı olmuş, olmaya da devam etmektedir.

Perşembe, Mayıs 3

Çok Yaşa Fenerbahçe!


"Fenerbahçe Kulübü'nün her tarafa mazhar-i takdir olmuş bulunan asari mesaisini işitmis ve bu kulübü ziyaret ve erbab-ı himmeti tebrik etmeyi vazife edinmiştim. Bu vazifenin ifası ancak bugün müyesser olabilmiştir. Takdirat ve tebrikatımı buraya kayd ile mübahiyim."

3.5.1918 - Ordu Kumandanı - Mustafa Kemal

Mustafa Kemal'in takımı Fenerbahçe 105 yaşında , ömrüm , damarlarımdaki  kanım...